Cep telefonlarımız artık hayatımızın tam merkezinde yer alıyor. Sabah gözümüzü açtığımız ilk anda baktığımız şey, çoğu zaman saate değil, şarj yüzdesi oluyor.
Yolda, işte, derste, kafede... Bir gözümüz daima hep ekranda, diğer gözümüz pil göstergesinin yanında. Sanki o küçük pil işareti bizim ömrümüzden eksiliyormuş gibi panikliyoruz.
Aslında, asıl mesele sadece telefonun kapanma ihitmali de değil. Mesajlara anında cevap verememek, sosyal medyadan birkaç dakika bile kopuk kalmak ya da bir aramayı kaçırmak...
İşte tüm bunlar bizleri huzursuz ediyor. Adına teknoloji bağımlılığı mı dersiniz, modern zaman sabırsızlığı mı bilmem. Ama adı ne olursa olsun, sabır taşımız telefon şarjından bile daha çabuk çatlıyor.
Düşünün, bir kafede oturuyorsunuz, telefonunuzun şarjı yüzde 3’te. Yan masada bir priz gördünüz, ama şarj aleti yok. İçinizden geçen o dramatik senaryolar “Acaba rica etsem mi? Ya da garsondan mı istesem?” O anlarda telefon sanki bir cihaz değil, hayat destek ünitesi oluyor...
Bir de bu işin ironik bir tarafı var. Şarj aletini yanımıza almayı unuttuğumuzda dünyamız yıkılıyor ama sabrımızı yanımıza almayı çoktan bırakmışız.
Trafikte bile bir dakika beklemeye tahammülümüz yok, markette kasada sıraya girmeye sabrımız yok. Oysa şarjı bittiğinde telefonu kapatıp bir süreliğine kendi halimize kalmak belki de en büyük terapi.
Sözün özü, modern çağın en büyük yarışını telefonlarımızla birlikte veriyoruz. Kim daha hızlı tükeniyor? Şarj göstergesi mi bizim sabrımız mı? Belki de bu sorunun cevabı cebimizde değil, biraz da içimizde saklı.