Hayat aslında sanıldığı kadar kolay değildir. Acıları, kederi, dertleri vardır. Bir adım atarken bile yere sağlam basmanız gerekir. Korkuları vardır; kaybetme korkusu en ağırıdır ve yaşamın değerlerini, insan olduğunuzu kemiklerinize kadar hissettirebilecek bir korkudur.
Düşünceler vardır; bazen insan uzaklara dalar. Aslında uzaklarda aradığı ya kendisidir ya da daha önce bahsettiğimiz kaybetme korkusu yüzünden kaybettikleridir. Kaybettiklerimizi bazen bir çuval gibi sırtımızda taşırız. Çünkü anılarını, bazen seslerini, yüzlerini unutmak istemeyiz. Aslında doğduğumuz ve büyüdüğümüz hayatta kaybetmek insana has bir duygu olmasının yanı sıra insana acı veren bir duygudur. Yaptıklarının kahrını çekmesinde ve bazen de bir ders almasında gerekli olan bir duygudur. Kaybetmek ve kaybetmemeye çalışmak, olanları elinden geldiğince düzenlemeye çalışmaktır. Bazen sanki bir uçurumun ucunda sallanan bir insan gibi hissetmek ve tek bir söz ile uçurumdan yuvarlanacakmış hissini yaşamaktır.
Hüzün, öfke gibi duygularımız geçmişimizde bizlere iz bırakmış olaylardır. Bu olaylar bazen bir hastalık gibi birike birike bir anda açığa çıkar. Aslında söz olan duygular değildir; duyguların kontrolü öyle zordur ki bazen öfkeli olduğumuzda kalp kırarız, hüzünlü olduğumuzda ağlar, yaşanılan olayları bastırmaya çalışırız.
İnsanları insan yapan duygularıdır. Bütün insanları bir ortak noktada buluşturur duygular. Yaşanılan olaylara toplumdaki herkes aynı anda tepki verir. Bu da aklımıza Hz. Mevlânâ’nın bir sözünü getirir:
“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.”
Bizler ne zaman toplum olarak aynı dili değil de aynı duyguları paylaşabilirsek ya da karşımızdakinin duygularını anlayıp ona destek verebilirsek, işte o zaman insan oluruz. İşte o zaman biz oluruz.
Kısacası duygularımızın bize yön vermesinden etkilenmeyerek duygularımızı bizim kontrol ederek bir nebzede olsa karşımızdaki insanlara değer vermeyi ve onlarla beraber empati yapmayı öğrenmemiz gerekir.