Bugün hemen hemen hepimiz bir şeylere yetişmekle meşgulüz.
Toplantılara, hedeflere, planlara, hayata, hatta mutluluğa bile…
'Yaşamak' fiili artık 'yetişmek'le eş anlamlı hale geldi neredeyse. Gün içinde birkaç dakikalık boşluk bulsak bile o zamanı “nasıl daha verimli değerlendiririm” telaşına düşüyoruz.
Dinlenmek bile bir görev haline gelmiş ki kahvemizi bile rahatlama videolarıyla içiyoruz. Oysa eskiden zaman sadece dinlenmek ile geçerdi, şimdi biz geçiyoruz; zamandan, kendimizden, en önemlisi ise hayattan.
Zaman yönetimi artık bir beceriden çok, varoluş biçimi haline geldi. Her an planlı, ölçülü ve hedef odaklı olma baskısı ile geçiyor. Bu da insanı özgürleştirmek yerine daraltıyor.
Sanki bir günümüzü planlamayıp akışına bıraktığımızda o günü yaşamamış sayıyoruz. Ya da bazen günün sonunda yapılacaklar listemizin çoğu tamamlanmış olsa bile içimizde hep bir eksiklik kalıyor. Çünkü aslında zamana değil, kendi ruhumuza yetişemiyoruz.
Modern çağın en büyük çelişkisinin de burada gizli olduğunu düşünüyorum. Her şey hızlanıyor ama biz yavaş yavaş tükeniyoruz. Telefonlarımız, takvimlerimiz, uygulamalarımız bize zamanı 'daha verimli' kullanmayı öğretirken, bizler yaşamın kendisini kaçırıyoruz.
Özellikle sosyal medyada ortaya çıkan ‘farkındalık’ videoları bizi içten içe çürüten bir detay aslında. Orada gördüğümüz yaşamlar planlı-programlı olunca bizi düşünsel olarak “Onlar verimli bir hayat geçiriyor, ben de bu şekilde planlamalıyım” düşüncesine sevk ediyor.
Oysa her birimizin yaşam standartları birbirinden farklı ve bu farkı görmezden geldiğimizde, başkalarının temposuna ayak uydururken kendi ritmimizi kaybediyoruz.
Belki de asıl mesele zamanı yönetmek değil; bazen durup, hiçbir şey yapmadan sadece var olabilmek. Çünkü bazen en verimli an, hiçbir şey üretmeden sadece nefes aldığımız ve kendimizi bulduğumuz andır.
O yüzden bu kadar ‘planlı’ bir hayata yetişmek yerine kendi hayatımızı yaşamayı tercih edersek, belki de zamanın değil, hayatın öznesi oluruz…